Prenses Kaguya Masalı

Uzak bir krallıkta, bambu ormanlarının gölgesinde yaşayan yaşlı bir oduncu ve eşi vardı. Çocukları olmamıştı ve bu, kalplerinde derin bir hüzün bırakmıştı. Bir gün, oduncu ormanda çalışırken parlak bir ışık gördü. Işığın kaynağına gittiğinde, içinden altın ışıklar saçılan bir bambu sapı buldu. Büyük bir şaşkınlıkla sapı kesti ve içinden minicik, muhteşem güzellikte bir kız çocuğu çıktı. Gözleri yıldızlar gibi parlıyor, cildi ay ışığı kadar pürüzsüz görünüyordu.

Yaşlı adam çocuğu kollarına alarak eve götürdü. Eşi onu gördüğünde gözyaşlarını tutamadı.

"Bu bir mucize! Tanrılar bizi kutsadı!" diye haykırdı kadın.

Onu Kaguya adını verdikleri kendi kızları gibi büyüttüler. Zamanla Kaguya, inanılmaz güzelliğiyle tüm krallığa nam saldı. Gözleri ay ışığını andıran bir ışıltıya sahipti ve konuşurken sesi su gibi akardı. Ama ne kadar güzel ve akıllı olursa olsun, bazen geceleri pencerenin önünde ay ışığını izlerken gözlerinde derin bir hüzün olurdu.

Günlerden bir gün, krallığın en güçlü beş soylusu Prenses Kaguya’yı eş olarak almak için babasının kapısını çaldı. Hepsi de zengin, güçlü ve yakışıklıydı. Ancak Kaguya, hiçbirine gönlünü veremedi. Bunun yerine her birine imkânsız bir görev sundu:

"Bana gerçek sevgiyi gösterecek olan kişi, dünyanın en nadide hazinesini getirsin," dedi.

Bunu duyan beş soylu, kendi yollarına düştü. İlk lord, Buda’nın kayıp taş kaselerini aradı ama sonunda sahte bir kaseyle döndü. Kaguya, onun aldatmacasını hemen anladı ve şöyle dedi:

"Sevgi yalanlarla değil, dürüstlükle kazanılır."

İkinci lord, cennetten düşen mücevher dallı bir ağacın peşine düştü. Ancak onu bulamayınca, altın ve değerli taşlarla sahte bir dal yaptırdı. Kaguya, dalı eline aldığında onun sahte olduğunu anladı ve gülümseyerek dedi ki:

"Bir armağan ancak yürekten gelirse değerlidir. Altın değil, kalbinizin sıcaklığı önemlidir."

Diğer üç soylu da başarısız oldu. Kimi sahte bir ejderha incisi getirdi, kimi de hiç var olmayan bir deniz kabuğunun peşine düştü ve geri dönmedi.

Kralın kendisi bile Prenses Kaguya’yı istemek için saraydan ayrıldı. Ona altın tahtlar, sonsuz topraklar ve dünya üzerindeki tüm serveti teklif etti. Ama Kaguya gözlerini yere eğdi ve üzüntüyle şöyle dedi:

"Kralım, sizin gücünüz beni mutlu edemez. Kalbim ait olmadığı bir yerde huzur bulamaz."

Geceleri, Kaguya giderek daha çok ay ışığını izlemeye başladı. Gözlerinden sessizce yaşlar süzülüyordu. Babası ve annesi onun bu halini gördü ve endişeyle sordular:

"Kızım, neden üzgünsün? Kalbinde ne var?"

Prenses Kaguya derin bir nefes aldı ve gerçeği açıkladı:

"Ben dünyaya ait değilim. Ay Krallığı'ndan sürgün edildim ve şimdi vaktim dolmak üzere. Ayın ışıkları beni çağırıyor. Gece olduğunda beni geri alacaklar."

Yaşlı çift duyduklarında büyük bir kedere boğuldu.

"Hayır! Seni kaybedemeyiz!" diye haykırdı annesi.

Babası, krala giderek ondan yardım istedi. Kral, en güçlü askerlerini ve büyücülerini toplayarak Kaguya'yı korumaya ant içti. O gece, Ay Krallığı’ndan gelen elçiler gökyüzünde belirdi. Gümüş ışıklarla süslenmiş, insan gözlerinin göremeyeceği kadar zarif varlıklardı.

Prenses Kaguya, penceresinden onları izlerken gözyaşlarına hâkim olamadı. İnsan olmayı, annesini ve babasını, sevginin ne olduğunu öğrenmeyi sevmişti. Ama kaderinden kaçamazdı.

Ay Krallığı’nın elçisi, yumuşak ama güçlü bir sesle konuştu:

"Sürgün vaktin doldu, Prenses. Seni almak için geldik."

Kaguya, annesine ve babasına sarıldı.

"Sizi çok sevdim. Hep kalbimde olacaksınız," dedi titreyen bir sesle.

Ay ışığı Kaguya’yı sardığında gözlerinden son bir damla yaş düştü. Bir an içinde, havada yükseldi ve göz kamaştıran bir ışık huzmesi içinde kayboldu.

Yaşlı çift, Kaguya’nın ardından yıllarca yas tuttu. Kral ve tüm halk, onun anısına gökyüzüne fenerler bıraktılar.

Ve her dolunay gecesi, yaşlı adam Kaguya’nın gözyaşlarını görmek için gökyüzüne bakardı. Çünkü bir efsaneye göre, ayın yüzeyindeki parlak lekeler, Prenses Kaguya’nın dünyaya bıraktığı özlem dolu gözyaşlarıydı…